Tıptaki muazzam ilerlemelere rağmen diyabet,
koroner kalp hastalığı, hipertansiyon, felç, ülser, astım, depresyon, otizm,
romatizma, müzmin yorgunluk, kanser ve osteoporoz (kemik erimesi) gibi kronik
hastalıklar son yıllarda müthiş artış gösteriyor.
Bu artışı çok çeşitli nedenleri var, ama en
önemlisi geleneksel beslenme tarzımızı büyük ölçüde terk etmemiz. Bütün
etrafımızı saran propagandaya, reklâmlara, yazılara ve alışkanlıklarımıza inat,
başımızı iki elimizin arasına alıp düşünme zamanımız geldi. Sahiden, neleri
yememeliyiz ya da başka bir deyişle bizim ne yemeye ihtiyacımız var? Arzu Aygen’in kaleminden.
Eski
topraklar nasıl besleniyordu?
Hatırlıyor musunuz? Herkesin birbirine iyi
niyetle yaklaştığı, ekmeğin ekmek, karanfilin karanfil gibi koktuğu, toprağın,
yağmurun, ayın, güneşin, börtü böceğin, insanların birbirleriyle uyum içinde
yaşadığı zamanları… Belki biz ucundan şahit olduk, belki de görmedik bile babaannemizin
anlattığı mis kokulu domatesleri, hikâyesi olan insanları.
Doğada mertliği bozan çok şey oldu;
kimyasallar, hormonlar, daha çok kazanma, daha güzel görünme, daha çok yeme,
daha konforlu yaşama, daha çok şeye sahip olma hırsı. Biz daha çok, daha çok
istedikçe bunun yollarını da bulduk ama unuttuk ki yapay müdahalelerle; doğaya
ve doğamıza karşı gelerek yaptıklarımız, bizi de doğadan koparıyor ve insani
vasıflardan uzaklaştırıyor. Bugün büyük şehirlerde yabancılaşmadan,
yalnızlıklardan, soğukluklardan şikâyetçiyiz. Hayvan sevgisi denince boğazından
çekiştirerek köpek gezdirmeyi, tabiatı sevmek denince ayaklarımızı toprağa
değdiremeden ormanda yürüyüş yapmayı anlıyoruz.
Bu genel kopukluk tablosu içinde vücudumuza da
yabancılaşıyoruz. Bizi hiç tanımayan doktorların gazetelerde çıkan sözlerine
göre belimizi kalın, kilomuzu fazla buluyoruz. Manken vücutlarına sahip olalım
diye reçetemizi de bu yazılardan öğreniyoruz; bol yeşillik, biraz et, öcü
ekmek, aman sakın yağ!
Çocukların durumu büyüklerden de vahim. Reklâm
bombardımanı ile en çok ihtiyaç duydukları şeylerin kola, şekerleme, çikolata,
gofret, cips olduğunu düşünüyorlar, düşündürtüyoruz.
Bütün etrafımızı saran propagandaya,
reklâmlara, yazılara ve alışkanlıklarımıza inat, başımızı iki elimizin arasına
alıp düşünme zamanımız geldi. Sahiden, bizim ne yemeye ihtiyacımız var?
Eski
topraklar nasıl besleniyordu?
Sorunun cevabını diyabet, kanser, tansiyon,
kolesterol, depresyon, alerji, uykusuzluk gibi rahatsızlıklarla günümüzdekinden
çok daha az karşılaşan 200 yıl önceki atalarımızın veya şu an “ilkel” dediğimiz
toplulukların, neyi nasıl yediklerine bakarak bulmaya çalışalım:
·
Mevsimin
meyve sebzesi yeniyordu. Çilek yemek için Haziran’ın, salçalık biber almak için
sonbaharın gelmesi bekleniyordu. Günümüzde “modern” tarım uygulamalarıyla
kabak, patlıcan, biber, domates, salatalık bütün bir sene raflarda. Aslında
doğanın o kadar latif bir dengesi var ki; çok suya ihtiyacımız olan yaz
aylarında karpuz, hastalıklardan korunup güçlü kalmaya çalıştığımız kış
aylarında narenciye yetişiyor.
·
Gıdalar
“gerçek”ti, rafine edilmiyordu. Rafinasyon işlemleri sırasında un, şeker, yağ
gibi gıdalar doğal mineral ve vitaminlerini kaybediyorlar. Rafine ürünleri
besleyici değerlerinden çok şey feda edilmiş olarak alıyoruz; hem de bilmeden
birçok paketlenmiş gıda aracılığıyla, dolaylı olarak yiyoruz. Bugün çok yesek
de doymadığımız oluyor, gıdaların besleyici değerinde noksanlar var. Çok aşırı
şişmanladığı halde bir türlü iyi beslenemeyenler mevcut.
·
Genetik
müdahaleler yaparak insanın istediği şekilde canlıların özünün değiştirilmesi,
Allah’ın yarattığını başkalaştırması yoktu.
Günümüzde ABD’nin başını çektiği ülkelerde,
soya fasulyesi, mısır, buğday ve pirinç başta olmak üzere birçok tahıl,
bakliyat, sebze ve meyvenin genleri ile oynanıyor. Genleri ile oynanmış
tohumların üreticisi olan uluslararası şirketler ülkemizde de tohum satıyor!
·
Herkes
kendi civarında yetişenleri yerdi. Şu anda Arjantin’den armut, Şili’den üzüm,
ABD’den pirinç ve çeşitli ülkelerden tropik meyveler ithal edilmekte. Oysa
insanoğlu kendi ikliminin, kendi coğrafyasının ürünü olan gıdalarla
beslendiğinde vücudu için daha şifalı bir etkisi oluyor. Örneğin, kendi
yaşadığımız bölgenin balını yersek, bu bal, çevremizde alerjiye neden
olabilecek polen ve diğer tozlara karşı anti alerjen görevi yaparak
sağlığımızın korunmasına yardımcı oluyor.
·
Tarımsal
üretimde kimyasal gübre, böcek ilacı veya hormon kullanılmıyordu. Bu ilaçların
tortuları meyve sebzenin kabuğunda kalabiliyor. Hormonlar ve gübreler gıdanın
yapısından bizlere de aktarılıyor. Bu son derece zararlı yöntem yerine sadece
doğal gübre ve böceklerle-zararlı otlarla doğal mücadele yöntemleri
kullanılarak yapılan tarıma günümüzde ekolojik / organik / biyolojik / yeşil
tarım adı veriliyor.
·
Katkı
maddeleri kullanılmıyordu, gıda ve kimya endüstrileri gelişmemişti. Kimya
endüstrisinin de gelişmesiyle çilek kokusu veya haşlanmış tavuk kokusu
laboratuarlarda üretilebiliyor; gıda üretiminde boyalar ve daha birçok katkı
maddesi kullanılıyor. Bu katkı maddeleri de çoğunlukla doğal değiller ve
vücudumuza “yabancı”lar. Birçoğu kanserojen.
·
Herkes
kendi iç sesini dinleyebiliyor, kendisi için neyin daha iyi olduğunu onu hiç
görmemiş doktorlardan daha iyi biliyordu. İnsanlar, reklâm panoları,
televizyon, medya, ilaç şirketleri, özel hastaneler tarafından henüz kuşatılmış
değildi.
·
Yemek
kalabalık aile sofralarında zevkle, muhabbetle yeniyordu. Koşturmaca
içindeyken, bir yandan televizyon seyrederken değil; yemeğin tadını çıkara
çıkara, sadece yemeği düşünerek yediğimizde vücudumuz çok daha iyi
sindirebiliyor ve yediklerimizden daha iyi faydalanabiliyor.
·
Genellikle
kıt olan kaynaklarla az çeşitte yemek hazırlanıyordu. Az çeşit yemenin ve hatta
bazen aç kalmanın vücudumuza daha iyi geldiği söyleniyor bugün. 6-8 öğün yemek
yemek de yoktu. Kuşluk vaktinde ve ikindide, günde iki kez yenirdi.
Hayatımızı
güzelleştirmek zor değil!
Daha sağlıklı olan atalarımız veya günümüzün
“ilkel” toplulukları gibi beslenmeye geri dönmek, yelkovanı tersine çevirmek o
kadar da zor değil. Biraz gayret, biraz dikkatle hayatımız değişebilir,
güzelleşebilir.
Biz ilk adım olarak rafine gıdaları ve bunlarla
yapılmış tüm ürünleri hayatımızdan çıkardık. Bu, şu anlama geliyor; beyaz un,
rafine şeker, rafine tuz, rafine yağ veya bunlarla yapılan gofret, cips,
bisküvi, gazlı içecek, hazır yemek gibi paketlenmiş ürünleri veya baklavalarla
poğaçaları yemiyoruz. Mevsimine göre, ekolojik, genetiği ile oynanmamış
besinleri bulmaya gayret ediyoruz.
Peki, çoğu evde maalesef kullanılan rafine
gıdalar olmaksızın güzel şeyler yapmak mümkün mü? Cevabımız “evet”. Hem çok
lezzetli, hem de doyurucu ve besleyici tarifler çıktı denemelerimizle.
Kitabı ana-kız birlikte hazırladık. Annem,
diğer teyzelerim gibi anneannemden aldığı genlerle, çok güzel yemek yapmasıyla
ünlüdür. Kitabı birlikte yapma fikrini, bana yardımı dokunacağı için seve seve
kabul etti – gerçi hiç konuşulmasa da merhametli ana yüreğiyle zaten yardım
ederdi-; kapak taslağında adını görünce de çok şaşırdı. Mahcubiyetle adının
çıkarılmasını istedi. Buradaki çoğu tarif onun senelerdir bizim için şefkatle
pişirdikleri. (Belki duymuşsunuzdur, bir ailede yemeği annenin ya da
büyükannenin hazırlaması, pişirirken herkesi sevgiyle düşündükleri için, yemeği
çok daha şifalı kılıyormuş).
Sevdiklerimizi ve kendimizi “temiz”
yiyeceklerle besleyerek hastalıklardan ve tüm zayıflıklardan korunmamız
dileğiyle...
Arzu
Aygen (Beyaz Unsuz Şekersiz Hamur İşleri kitabından alıntıdır.)
Hiç yorum yok :
Yeni yorumlara izin verilmiyor.