2 Kasım 2014 Pazar

Kadın için doğal, güzel, bakımlı saçlar ne kadar önemlidir, değil mi?




Saç Dökülmesi ve Bakımı İçin Doğal Yağlar İle Etkili Bir Formül; 
Birçok sebepten yıpranmış saçlar için bu doğal formül oldukça etkili olacaktır, denemekte fayda var.. 

10 gr defne yağı 
10 gr susam yağı 
10 gr çörek otu yağını 

Karıştırarak temiz ve hafif nemli saça sürüp, havluyla sarın iki saat bekletin,

Saçınızı doğal defne sabunu 
veya doğal şampuan  ile yıkayın, hafif kuruttuğunuz saçınıza lavanta suyu ile friksiyon yapın.

Haftada iki kez yapacağınız bu uygulama, dökülmeyi durdurur, saçı besler, nem kazandırır ve büyümeyi hızlandırır.

Bu karışıma,

10 gr lavanta yağı 
10 gr ceviz yağı 
10 gr jojoba yağı 

ekleyebilirsiniz.

www.purneva.com



28 Ekim 2014 Salı

BİTKİLER VE KOKULAR !


Pek çok bitkinin şifa özelliğini, içeriği ile birlikte kokusunda da görebiliriz. Yazımızdaki bitkiler, kokuları ile şifa verici özellikleri nedeniyle seçilmiştir.

Bitkilerin kokularını, uçucu yağlarından ya da bitkinin tütsüsünü yaparak kullanabilirsiniz.


Şans ve kısmet: BERGAMUT KOKUSU...
Çançiçeği, yonca, nergis, eğreltiotu, süpürgeotu, çobanpüskülü, yosun, mersin, çilek bitkileri.
Yaygın inanışın tersine, aslında şans getiren beş yapraklı yoncadır, dört yapraklı yonca koruyucudur. 




Başarı, iş yaşamı, kariyer, refah: PORTAKAL KOKUSU...
Beşparmakotu, gözlük otu, oğulotu, kadife çiçeği, yosun, portakal, üvez, binbir delik otu, slanağzı, ayçiçeği, lale bitkileri. Sarı renkli çiçeklerin Güneşin gücünü ve başarıyı kendilerine çektiklerine inanılır.  



Bereket: KARANFİL KOKUSU..
Havuç, nergis, damiyana, karabuğday, incir, sardunya, Bektaşi üzümü, üzüm, alıç, ökseotu, meşe, gelincik, ahududu, buğday bitkileri. Üzümün etkisi yalnızca bitkinin kendisiyle sınırlı değildir, Romalılar yataklarının üzerine üzüm salkımı resmi asmanın gebeliği garantilediğine inanırdı.


Sağlık ve şifa: OKALİPTÜS KOKUSU...
Melekotu, defne, böğürtlen, çuhaçiçeği, ekşimor, rezene, sarımsak, şerbetçiotu, lavanta, biberiye, üvez, kuzukulağı, menekşe bitkileri.
                                                      



Konsantrasyon, çalışma, bilgi: LİMON KOKUSU..
Fesleğen, defne, oğulotu, yonca, göz otu, müge, her türlü nane, adaçayı, biberiye, sedefotu bitkileri. Yapraklarının kokusu zihin açıklığı ve konsantrasyonu arttırdığından, çalışma alanının yakınında biberiye bitkisi bulundurmak çok yararlıdır.        


Bilgelik: MİMOZA KOKUSU...
Katırtırnağı,karahindiba, altınbaşak, süsen, erkeçsakalı, adaçayı bitkileri. 




Arkadaşlık ve ilişkiler: GÜL KOKUSU...
Tavşankulağı, papatya, unutmabeni çiçeği, sümbül, limon, mersin, çarkıfelek, gül, ıtırşahi, solucanotu bitkileri. Bir kişiye güzel bir bitki vermek arkadaşlığı sağlamlaştırmanın hoş bir yoludur, çünkü bitkiyle ne zaman ilgilenilse onu veren kişi anımsanır.    


Aşk, sevgi, eş: MANOLYA KOKUSU...
Peygamberçiçeği, hasekiküpesi, hanımeli, baldırıkara, çarkıfelek, erik, ıtırşahi, kediotu bitkileri.
Kapı girişinin bir yanına peygamberçiçeği, diğer yanına ise hanımeli dikip bu sarmaşıkları en üstte birleştirmenin, evde yaşayanların birbiriyle olan bağlarını güçlendirip koruduğuna inanılır.


Ev ve aileyi korumak: IHLAMUR KOKUSU..
Melekotu, yüksükotu, çobanpüskülü, sümbül, duvar sarmaşığı, hezaren çiçeği, meşe, maydanoz, yabani çuha çiçeği, üvez, devedikeni, morsalkım, acı fındık, boğanotu bitkileri. Yatağın kenarında yetiştirilen sümbül uyumu getirir ve kişileri kabuslardan korur. Çocuk odasına koymak için uygun bir çiçektir, ancak
çocuğun çiçeği yemeyeceğinden emin olmanız gerekir!


Barış ve huzur: NANE KOKUSU..
Kedinanesi, damiyana, sardunya, şerbetçiotu, yasemin, lavanta, leylak, gül, kediotu, mineçiçeği  
menekşe bitkileri.









www.purneva.com


23 Ekim 2014 Perşembe

BEDEN VE RUH SAĞLIĞI KORUMA YOLLARI VE TAVSİYELER





BEDEN VE RUH SAĞLIĞI KORUMA YOLLARI VE TAVSİYELER – Ebu Zeyd Ahmed El - Belhi 



Ondördüncü Bölüm

SAĞLIĞIN TEKRAR KAZANILMASI

Kitabın başında beden sağlığıyla ilgilenmenin iki şekilde gerçekleşeceğini belirtmiştik. Bunlardan birisi insan eğer sağlıklıysa bu sağlıklı halinin korunması, ikincisi ise kişinin sağlığını kaybetmesi durumunda sağlığının yeniden kazandırılmasıdır.

Geçen bölümlerde sağlığı korumak için yapılan düzenlemelerden biçoğunu açıkladık. Sağlığın tekrar kazanılması ise tedavi sanatının içine girmektedir. Tedavi, tabibin işinin ana kısmı ve sanatının önemli bölümüdür. Bu kısmı, bedeninin sağlığıyla ilgilenen kimsenin tedavi konusunda yapılması gereken düzenlemelerin nasıl yapılacağını özet bir şekilde bulabileceği bir bölümle bitirmenin doğru olacağını düşündük.


Bedenin İyileşmesi İçin İhtiyaç Duyulan Tedavinin Miktarı

İnsan, bedenin sağlığını korumak için ne kadar çok çabalasa, sağlıklı kalmak için gerekli olan sebepleri ne kadar korusa da ya doğuştan gelen mizaç bozukluğu, ya yeme içme ve hayatın diğer ihtiyaçlarında yaptığı yanlışlardan ya da mizaçları değiştiren ve hastalıkları çoğaltan senenin mevsimlerinin tabiatından kaynaklanan rahatsızlıklar ve salgın hastalıklar gibi mevsimsel hastalıklara maruz kalması sebebiyle, bedenini sağlıklı halden hasta şekle sokan ve vücudun denge halini bozan rahatsızlıklardan kurtulamaz. Bunlar, kaçınılması mümkün olmayan soğuk ve sıcağın zararları ve dış etkenler sebebiyle oluşan rahatsızlıkların haricindeki hastalık nedenleridir.

Bu bahsettiğimiz yönlerden dolayı insan hastalıklara maruz kalır ve bu yüzden de tedaviye muhtaç hale gelir.


İlaçların İnsan Vücudundaki Etkileri, İnsanın Hangi İlaca Daha Çok İhtiyaç Duyduğu Ve Hangilerine İhtiyaç Duymadığı Hakkında

Bedenin tedaviye olan ihtiyacı açıkladığımız şekilde olmasına rağmen, ihtiyaç olmadığı sürece ilaçlarla ona yüklenmemek gerekir. Çünkü besinlerin tabiata benzeyen şeyler olmasından dolayı tabiat onlara meylederken, ilaçlar tabiatın zıddı olduğundan onları sevmez. İnsanın içine giren her ilaç; kuvvetli ishal eden ilaçların yaptığı etkilerde görüldüğü gibi, çekme ve kazıma/tahriş ile insanın gücünü kullanıldığı vakit hemen zayıflatır. Bu, insanın doğal gücünün bu ilaçları vücuttan atıp kendisinden uzaklaştırmak için çabalamasından dolayıdır. Çünkü tabiat ilaç kullanmaktan acı çeker ve kendisine benzeyen gıdayı kabul ettiği gibi ilacı kabul etmez. Dolayısıyla ilacın bedenden atılmasıyla vücudu ağır bir yükten kurtulmuş ve yorgunluktan istirahat etmiş bir şekilde görürüz. Bu yüzden eğer ilaç tekrar tekrar verilirse vücuda, sabun ve ona benzer elbise yıkamakta kullanılan şeylerin elbiselere yaptığı gibi etkiler yapar denilmektedir. Temizlik maddeleri ilk yıkamada elbisedeki kirleri arıtır, fakat ne zamanki tekrar tekrar yıkanarak elbiseye yüklenilirse onun parçalanması, yırtılması ve sağlamlığını kaybetmesini hızlandırır.

Bu yüzden çok şiddetli zaruret olmadıkça müshil ilaçlar almaktan kaçınmak gerekir. Çünkü müshil ilaçlar eğer bedende fazla hıtlar varsa onları çıkarır, bedeni temizler ve hafifletir, fakat fazla hılt olmadığı zamanlarda da vücuttaki doğal neme yönelir, onu vücuttan atar, azaltır ve hatta aşırı ishalle onu yok eder. Böyle bir durumda vücudun doğal gücü çözülür ve hastalıklar ortaya çıkar. Bu yüzden tıp sanatının öncüsü olan Hipokrat, “Sağlıklı vücutlara ilaç vermekte hayır yoktur” demiştir.

Tedaviye en çok ihtiyaç duyan kimseler güçlü ve sıkı bedenlere sahip olanlardır. Bunların bedenlerinin güçlü, sağlam ve gözeneklerinin ise kapalılığından dolayı buharların vücuttan çıkması kolay olmaz ve yapışkan hıltlar çoğalıp iç organlara dolar ve bu biriken artıklar çürüyüp hastalıklara sebebiyet verir. Bu tabiattaki insanların bedeblerinde birikmiş fusuli artıkların ishal yoluyla çıkarılması ve vücudun temizlenmesine ihtiyaçları vardır.

Bunun aksi tabiata sahip, etleri yumuşak, gevşek ve mecarileri geniş olan vücutlardan ise buharların ve fuzuli artıkların çıkışı kolay olur ve bu da onlar için doğal temizlenme olur. Bu tip vücutlara ilaçla yüklenmeye gerek yoktur. Eğer bu bedenlerde biraz artık toplanırsa organlarına fazla tesir etmeden onu temizleyeceken hafif müshillerle yetinilmelidir.

Burada açıklananlara binaen, çok ilaç kullanmayı ve ilaç alımını alışkanlık yapmayı tavsiye edip, bunun bedenlerin sıhhatini devam ettiren, bedenlere güç katan, uzun ömürlü olmaya sebep olan, vücudun doğal güçlerinin görevini yapmasını artıran bir şey olduğunu söyleyenlerin görüşlerinin yanlış olduğu söylenmelidir. Eğer onlar doğru bir şekilde düşünseler ve iyice araştırsalardı bu faydaların, tabiata zıt olan ilaçlar yerine tabiata benzeyen gıdalara izafe edileceğini bilirlerdi. Nitekim ihtiyaç olmadığında alınan ilaçlar tabiatı yıkma etkisi yaparken, ihtiyaç olduğunda alınan gıdalar tabiatın temel unsurlarını sağlamlaştıran, güçlerini koruyan etkiler yapar.

Hastalığın Tedavisinde Dayanak Olan Temel Prensip


Hastanın tedavisindeki ilk temel prensibin hastalığın onun zıddı olan bir ilaçla tedavi edilmesi olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla soğuktan kaynaklanan hastalık sıcak, sıcaktan kaynaklanan soğuk, nemden kaynaklanan kuru, kuruluktan kaynaklanan hastalık nemli özelliği olan ilaçla tedavi edilir. Aynı şekilde birkaç sebebin birleşmesinden kaynaklanan hastalıklar da bu yöntemle tedavi edilir. Yani eğer hastalık sıcaklık ve kuruluğun bileşiminden kaynaklanıyorsa, soğuk ve nemli ilaçlarla, sıcaklık ve nemden oluşuyorsa soğuk kuru ilaçlarla tedavi edilir. Bu metot, bedenin dengeli hale gelmesi için uygulanır. Çünkü insan hayatının devamı bu dört asıl maddenin dengeli olması iledir. Bunlardan birisi baskın olur ve diğerlerinin işini aksatırsa, bedenin oluşumu bozulur ve vücutta bu bozulma sabit hale gelir.

www.purneva.com

19 Ekim 2014 Pazar

KANSERİ YENİN!



KANSERİ YENİN!

Prof. Mikhail  Tombak  "İyileşmeyecek Hastalık Yoktur"  kitabında kanseri anlatıyor

Moralî en güçlü insanlarin bile o berbat teşhisi, yani kanser olduklarını duyduklarında nasıl bir anda benizlerinin attığına sıkça tanık oldum. Bu haberi alan herkes, sanki temyiz şansı olmaksızın ölüm cezasına çarptırılmış gibi bir duyguya kapılıyordu. Görünüşte durumları umutsuz olmasına rağmen, tedavisi imkânsız en ciddi hastalıklardan mustarip insanlar bile son ana kadar hayata tutunmaya çalışıyordu. Maalesef insan doğası böyledir. Sağlığımızın kıymetini ancak onu kaybettikten sonra anlarız. Günümüz tıbbı kansere nelerin neden olduğunu tam olarak açıklayamıyor. Genleri mutasyona uğrayıp hızla üremeye hangi güçler zorluyor? Sağlıklı dokuda onca acı çektirerek büyümelerine hangi güçler neden oluyor? Doktorlar ve araştırmacılar tümör oluşumunun mekanizmasını açıklayan, kanserli hücreleri tetikleyen pek çok kuram öne sürdü. Ancak, asıl nedeni bulamadılar. Araştırmaların aşağıdaki gerekçeler nedeniyle başarısızlığa uğradığı kanısındayım:

Birincisi, kanser araştırmaları insan vücuduna biyolojik bir sistem olarak değil de bir dizi organ olarak bakıyor. Bütün ilgi, tümörün tespit edildiği organa yöneltiliyor. Radyasyon ve kemoterapi gibi alışılmış tedavi yöntemlerinin kuramsal olarak vücudun savunma mekanizmalarını harekete geçirmesi amaçlanır. Maalesef vücut hastalık tarafından zayıf düşürülmüştür ve içeriden zehirlenmektedir. Etkili bir savunma yapmak için gereken kaynaklara sahip değildir. Tedavinin kendisi vücut sıvılarını daha da alkalin hale getirerek başka bir olumsuzluk yaratmaktadır. Çünkü alkalin vücut sıvıları, zararlı bakterilerin büyümesine ortam hazırlayarak bağışıklık sistemimizi daha da zora sokar.

İkincisi, kanser beyinden kaim bağırsağa kadar bütün vücudu kapsayan bir hastalık olmasına karşın, sebep yerine belirtilerle savaşan tıp, tümörlerin büyümesini tersine çevirecek ilaçlar bulma arayışında.

Kanser “tohum”ları çocukluğumuzdan itibaren içimizdedir. Bu hücreler, altta yatan hastalığın geçiş sürecinde “filizlenirler.” Nezle, soğuk algınlığı, romatizma, eklem iltihabı ya da gözlerimizi, kulaklarımızı, boğazımızı, böbreklerimizi, kalbimizi, kemiklerimizi, sinir sistemimizi etkileyen rahatsızlıkların tümü kanserli bir zincirin halkalarıdır. Vücudun, bağışıklık sistemini ve kendi kendini düzenleyip yenileyen doğal savunma mekanizmalarını kullanmasına izin verecek koşulları yaratmadığımız sürece, binlerce araştırma merkezi ve milyonlarca doktor bütün o ilaçlara ve yöntemlere rağmen kanser karşısında başarısızlığa uğrayacaklar.

Uzun yıllardır çok sayıda kanser hastasıyla temasım oldu. Hastanelerde yatan binlerce kanser hastası var dünyada. Kimileri, olumsuz öngörülere rağmen hâlâ hayatta. Bunlardan biri, Moskova’daki Sağlık Merkezi’nde beni görmeye gelen otuz dokuz yaşında bir kadındı. Kendisine pankreas kanseri teşhisi konulmuştu. Altı ay içinde yapılan iki ameliyat yüzünden çok zayıf düşmüştü. Kendisine iki-üç ay ömrünün kaldığı söylenmişti. Ateşi sürekli olarak otuz sekiz-otuz dokuz dereceydi. Yaşama gücü giderek azalıyordu. Ona dedim ki: “Burada üçümüz varız; sen, ben ve hastalığın. Kiminle müttefik olmak istiyorsun? İki, her zaman bir’i yenebilir.” Bir şey demedi ama bakışlarındaki ifade sonuna kadar savaşmaya hazır olduğunu gösteriyordu.

Tedavinin ilk aşaması, lavman yöntemiyle kalın bağırsağın temizlenmesiydi. Bu yöntem ilk olarak 1946’da Amerikalı doktor Max Gerson tarafından kullanılmaya başlanmıştı. Dr. Gerson’un kızı tarafından işletilen kanser kliniğinde bu yöntemle uzun yıllar gayet iyi sonuçlar alınmıştı. Günümüz doktorlarının çoğu lavmana modası geçmiş bir yöntem olarak baktığından, kanser tedavisinde kullanımı nihayet unutulup bırakıldı.

Bu yöntemin esası, günde altı-sekiz kez lavman yapmaktır. Bunun için bir buçuk litre kaynatılmış su otuz sekiz derece civarında soğutulur. Üç-dört yemek kaşığı limon suyu ve bir bardak pancar suyu eklenir. İlk aşamadaki lavmanların sayısı hastanın durumuna bağlıdır. Durumu ne kadar ciddiyse, lavmanların sayısı o ölçüde artırılır. Bir sonraki aşamada, hasta kendiliğinden dış-kılamaya başlayıncaya kadar, her gün ya da günaşırı bir kere lavman yapılır.

Bu işlemin tedavi edici etkisi şöyle açıklanır: Bağırsakların temizlenmesi, kanser hücrelerinin yaşam süreçleri boyunca ürettikleri toksinlerin vücuttan atılmasına yardımcı olur. Eğer bu toksinler vücuttan atılmazsa, kana karışarak bütün vücuda yayılır. Vücudun kendi kendini düzenleyen mekanizmalarını devre dışı bırakıp ölüme yol açarlar.

1950’li yıllarda Dr. Gerson öğrencilerine kalın bağırsağın işleyişinin, beynimizin ve merkezi sinir sistemimizin işleyişiyle yakın ilişkisi olduğunu anlatmıştı. Ona göre kanser, yediğimiz uygunsuz yiyeceklerden ötürü vücudumuzun aldığı bir intikamdır. Kanser hastalıklarının yüzde doksan dokuzunda vücudumuzu zehirlemek suretiyle kansere kendimiz davetiye çıkarırız. Kanserlerin yalnızca yüzde bir kadarı vücutta kendiliğinden gerçekleşen değişimler yüzünden oluşur. Bu, kansere yakalanan her yüz kişiden birinin kurban, geri kalan doksan dokuzununsa hastalığın bizzat yaratıcısı olduğu anlamına gelir.

Kanserli tümörün sindirim sisteminde olması halinde, hangi besinlerin yeneceği büyük önem taşır. Et, balık, süt ve süt ürünleri, et suyu ve çorbalar tavsiye edilmez. Geriye tahıllar, meyveler ve sebzeler kalır. Meyve ve sebzeler, ister çiğ ister pişmiş olsunlar, birlikte tüketilmemelidir. Çünkü sindirilme süreleri farklıdır. Meyveler iki, sebzeler ise dört saatte sindirilir. Fakat aşağı yukarı aynı sürede özümsendiklerinden taze sıkılmış sebze-meyve sularını bir arada tüketebiliriz. Sebze-meyve suları, vücudumuzun sindirim için ayrıca enerji harcamasına gerek bırakmaksızın, bol miktarda vitamin, mineral ve hormon almamızı sağlarlar. Pankreas kanseri teşhisi konan hastam bir yandan lavmanlar yapılırken, buyandan da sadece pirinç, karabuğday ve fırınlanmış patates yiyebiliyordu. Ayrıca günde iki litre kadar sebze-meyve suyu içiyordu.

Havuç ve pancar suları kanser tedavisinde özel bir yere sahiptir. (Bu konu için 150 Yıl Yaşayabiliriz adlı kitabıma bakabilirsiniz.) Yıllar süren bilimsel araştırmalar havuç ve pancar suyunun tümörlerin büyümesini yavaşlattığını göstermiştir. Yaşlı kanser hücrelerinin vücuttan atılmasını ve solunumla ilgili enzimlerin daha çok çalışmasını sağlarlar. (Pancar suyu, enzimlerin çalışmasını yüzde dört yüz ila bin oranında artırmaktadır.) Pancar ve havuçta bulunan pigmentlerin bu işlemdeki rolü tam olarak bilinmemektedir. Fakat kanser hücrelerinin gelişimini yavaşlattıkları araştırmalarla kanıtlanmıştır.

Kanser hastalarının içmesi için hazırlanacak havuç-pancar suyu karışımının oranları, dört ölçü havuca bir ölçü pancar suyu şeklinde olmalı. Her gün bir-iki litre kadar, eşit miktarlar halinde dört saate bir içilmeli. Gece saat birde bir porsiyon daha içilmeli. Kimileri pancar suyunu içemez. Çünkü bulantıya, halsizliğe, kalp atışlarında yavaşlamaya ve tansiyonun düşmesine neden olabilir. Bu gibi durumlarda pancar suyu miktarını başlangıçta günde iki yemek kaşığı ile sınırlayıp günbegün yavaş yavaş artırmak gerekir. Ayrıca, pancar suyu yerine, litre başına bir yemek kaşığı kırmızı şarap ekleyerek elma suyu da kullanabiliriz.

Uzmanlar, pancar suyunun taze taze mi, yoksa bir-bir buçuk saat bekledikten sonra mı tüketilmesi gerektiği konusunda farklı görüşlere sahipler. Taze sıkılmış pancar suyu iki buçuk kat daha fazla aktif oksijen ve aktif demir içerir. Bunlar hemoglobin için vazgeçilmezdir. Bu nedenle, kanser hastalarının taze sıkılmış pancar suyu içmeleri daha yararlıdır. Aynı şeyin hücresel solumaları hasar görmüş yaşlı insanlar için de gerekli olduğunu düşünüyorum. Pancar suyunun düzenli olarak kullanılması vücudun gençleşmesini sağlar. Dişleri sağlıklı ve bembeyaz yapar. Kansere karşı yüzde seksen oranında korunmayı garanti eder.

Kanser yalnızca bedenimize değil, zihnimize de saldırır. Bu nedenle, hastamdan psikolojik durumunu iyileştirecek egzersizler için hayli zaman harcamasını istedim. Çünkü bir türlü rahatlayamıyor, yaşadığı büyük sinirsel gerilimden kurtulamıyordu. Ona kendi kendisini nasıl hipnotize edeceğini öğretmem gerekti. Ayrıca, birlikte gerçekleştirdiğimiz hipnozlarla on kez geçmişine gittik ve çocukluk deneyimlerini yeniden yaşamasını sağladık. Çünkü çoğu insanın kanser olmasının nedeni ilk çocukluk döneminde yaşadığı travmalardır. Hastalığını devam ettiren psikolojik “kökenleri” adım adım hallettik. Pek mutlu bir çocukluk geçir-memişti. Babası aşırı alkol alıyor, annesiyle ikisini dövüyormuş. Hiç oyuncağı olmamış. Arkadaşlarını eve davet etmesi yasakmış. Bütününe bakıldığında, pek mutlu bir resim değildi. Erişkin olduktan sonra da yaşamı pek kolay geçmemişti. Anlaşıldığına göre, her şeyi büyük zorluklar çekerek elde etmişti. Bütün bunlar için anne babasını, özellikle de çocukluğunda kendisine büyük haksızlıklar yapan babasını suçluyordu.

Bu hipnotik seanslarda onu kin gütmenin vücudumuzu “yiyip bitirdiğine” ve en sonunda kansere neden olduğuna ikna etmeye çalıştım. Eğer duygularımıza öfke ve nefret hükmederse, içten içe mahvoluruz. Böyle duygular taşıyan insanların sağlık durumu genellikle iyi değildir.


Hastamın tedavisindeki bir sonraki adım, vücudunda var olan ve çoğu insanda hayat boyu pasif kalan potansiyel savunma mekanizmalarını tam olarak serbest bırakması için ona kendi kendini iyileştirme yöntemlerini öğretmekti.


www.purneva.com

2 Ekim 2014 Perşembe

Çiller İçin Bitkisel Yöntemler





Genelde açık tenlilerin maruz kaldığı rahatsız edici bir görüntüdür çiller.

Bu durumda olanlar kesinlikle güneş kremi kullanmalıdır. güneşe çıkıldıgında daha çok renkleri koyulaşır.


Çillerinizle bitkisel yöntemlerle savaşmak istiyorsanız limon suyu çillerinizin baş düşmanı olacaktır. Limon suyu çillerinizin yok olmasını sağlayacağı gibi aynı zamanda yağlı ciltler için de çok iyi bir cilt temizleyicisidir.

Bir diğer yöntem ise; bir yemek kaşığı keten tohumunu kaynatın. Soğuduktan sonra çillerinizin üzerine bir pamuk yardımıyla sürün. 20 dakika cildinizde bekleyen formül çilleriniz için peeling etkisi yapacaktır. Son olarak bol su ile yüzünüzü durulayın.

Ayrıca cilt tonunu açan çeşitli maskeler kurtarıcı olacaktır. Pirinç maskesi,domates maskesi gibi maskeleri uygulamanız gerekir.

Çilleriniz için önerebileceğimiz öneriler şunlardır:

Bir çay bardağı çiğ süt içine bir adet salatalık 2 saat bekletilip süzülür. Salatalık tülbentte sıkılarak özünün süte geçmesi sağlanır. Süt cilde 10-15 gün boyunca sürekli pamukla sürülür ve cilt sabah akşam gül suyuyla temizlenir

Limon suyu, maydanoz suyu ve portakal suyu ciltte bulunan çiller üzerine eşit miktarda uygulanır. Daha sonra temizledikten sonra nemlendirici sürülür. C vitamini çillerin düşmanıdır.

Limon suyunu parmak uçlarınızla cildinize masaj yaparak yedirin. Çilleriniz geçecektir.

Kayısı, çilek ve salatalık maskeleri hazırlayarak cildinize uygulayın.

Maydanoz köklerini kaynatıp limon suyu ile karıştırın ve yüzünüzü bu karışımla sabah akşam silin.

2 yemek kaşığı havuç suyuna yirmi damla limon suyu ekleyin ve günde iki üç kez yüzünüze sürüp yirmi dakika bekletin.

Soğan suyuyla ıslatılmış pamukla yüzünüzü günde iki kez silin.

Ayvanın suyunu sıkın ve yüzünüze masaj yaparak yedirin.


Her gün yüzünüzü ekşi sütle silin.


30 Eylül 2014 Salı

Kurbanın metafizik anlamı...



  
Bilindiği gibi kurbanın tarihi İslâmiyette Hz. İbrahim (as) oğlu Hz. İsmail (as)'i kurban etme teşebbüsü ile başlar. Sonra bu teşebbüs, bizzat Allah tarafından Hz. İsmail'in yerine bir koç kurban edilmesi şekline çevrilir. Bu manevi alışverişi, kurbanın metafizik açılımını Prof. Dr. Ali Murat Daryal anlatıyor.


KURBAN KESMENİN METAFİZİK TEMELLERİ

İslâm'da kurban kesme vakıasını, tarihî menşeinden itibaren günümüze kadarki seyrinde herhalde üç merhaleye ayırmak mümkündür:

1-Hz. İbrahim'in kendi Allah'a kurban etme teşebbüsü.

2-Bu teşebbüsün yine bizzat Allah tarafından durdurularak Hz. İsmail'in yerine bir koçun gönderilmesi. Bu ikinci merhalede dikkat edilirse kurban eden aynı kalmış, fakat kurban edilen değişmiştir ki, bu da intikal devresidir.

3-Son merhalede, yani bizlerde ise, hem kurban eden değişmiştir ve hem de kurban edilen.

Bilindiği gibi kurbanın tarihi İslâmiyette Hz. İbrahim (as) oğlu Hz. İsmail (as)'i kurban etme teşebbüsü ile başlar. Sonra bu teşebbüs, bizzat Allah tarafından Hz. İsmail'in yerine bir koç kurban edilmesi şekline çevrilir. Daha sonra da bizlerde koyun kurban etme şeklinde devam eder.

Hal böyle olunca, karşımıza halledilmesi gereken yeni bir takım meseleler çıkmaktadır.

1) Hz. İbrahim'in öz evladı olan Hz. İsmail ile olan baba-oğul münasebetine karşılık, Allah tarafından oğlunun yerine gönderilen koç arasındaki benzerlikler, başka bir deyişle baba-evlat ile sahip-koç arasındaki münasebetin ayrı tarafları belli olmakla beraber, bir ve aynı olan tarafları nelerdir?

Hz. İbrahim (as)'ın kurban olarak evladını seçmesi tesadüfi değildir. Bunu, yani bu seçişi sadece sevgi ile değerlendirmek de mümkün değildir. Çünkü insan pekâlâ ailesini de evladı kadar, belki de daha fazla sevebilir. Böyle olabileceği halde, Hz. İbrahim (as)'in kendi öz evladını seçmesinde daha başka hikmetlerin var olacağı muhakkaktır.

Ana-baba ile evlat arasında sadece manevî bir bağ olan "sevgi" den başka maddî bakımdan da kuvvetli bir bağ mevcuttur. Zira evlat, ana-babanın maddî varlıklarının bir neticesi ve yine onların maddî ve manevî bir devamıdır. Hal böyle olunca, baba ve ananın kendi manevî varlıklarının bir devamı olan evlatlarını kurban etmeye razı olmaları, bir bakıma kendilerini, kendi öz varlıklarını fedaya razı olmaları demektir.

Koç ile sahibi arasında da tamamen aynı münasebetler mevcuttur. Koyun madde, yani para karşılığı alınıp kesilmekte ve eti de bir kısmı evde bırakılmak üzere fakir-fukara, eşe-dosta hediye edilmektedir. Bir insanın zaman ve emek (yani güç ve enerji) olarak kendi ömründen bir parçasını teşkil eden, yani onun geçen ömründen bir kısmı demek olan para ile koyun alarak kesmeye razı olması, zaman ve emek sarf etmek suretiyle kendinden bir parça haline gelen evladını kesmeye razı olması ve daha kısacası kendini kurban gibi feda etmeye razı manasına gelir. Yine insanın kendi maddî varlığından bir kısmını vererek kazandığı para ile arasında maddî bağlantı olduğu gibi, aynı zamanda ömrünün bir kısmı demek olan para ile manevî bir bağlantı, bir sevgi bağlantısı da mevcuttur. Çünkü o para, o insanın ömrünün bir kısmını temsil etmektedir. Kısacası para, insanın evladı gibi, hem maddî ve hem de manevî olmak üzere her iki tarafının da tamamlayıcısıdır ve onlar öldükten sonra da iyi veya kötü olarak tıpkı evlat gibi onların bir devamcısıdır. Bu gerekçeler iledir ki, Hz. İbrahim (as)'in evladı Hz. İsmail (as)'i kurban etme teşebbüsü bizlerde kendi alnımızın teri ile helalinden kazandığımız para karşılığı aldığımız koyun, kurban etme şeklinde devam ede gelmektedir.

2) Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail ile olan münasebetine karşılık, bizlerin koyun ile olan münasebetimiz arasında ne gibi benzerlikler ve ne gibi bir ve aynı olan hususiyetler vardır?

Hz. İbrahim'in evladı Hz. İsmail'i kurban etme teşebbüsünde Hz. İbrahim'in hareket noktası Allah aşkı idi. Allah aşkının Hz. İbrahim'deki tezahür ve tecellisi idi. Allah aşkıyla başlayan kurban kesme vakıası, bizlerde Allah  aşkına  teveccüh etme (yönelme) şeklinde  devam etmektedir.

Gerek Hz. İbrahim'in evladı Hz. İsmail'i kurban etme teşebbüsü ve gerekse bizlerin koyun kurban etme gayretlerimiz, madde üstü olup manevî sahaya giren sevgiyi de kademelere ve merhalelere ayırmaktadır. Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'in kıssasıyla kendi sevgisinin insanlara saadet ve selamet getireceğini ve ancak kendi sevgisinin insanlığı, düştüğü girdap ve felâketlerden kurtaracağını anlatmak istemektedir.

Hz. İbrahim'in, evladı Hz. İsmail'i kurban etme teşebbüsünde hareket noktası, kemaliyle sahip olduğu ilahî sevgi idi. İşte bunun için evladını kurban etmeye lüzum hasıl olmadı ve bu aynı sevgi, bir kurtarıcı olarak tecellî etti. Buna karşılık bizlerde ise, layıkı veçhile sahip olmadığımız ilahî sevgiye nail olabilmek için para, mal, mülk gibi ikinci-üçüncü dereceden bir takım sevgilerimizi bu ilahî sevgiye feda edebilmek gayretinden başka bir şey değildir. Bu da pekâlâ göstermektedir ki, ikinci, üçüncü veya daha aşağı dereceden de olsa herhangi bir sevginin gayret, çalışmak ve fedakârlık sonucu en üst sevgi, ideal sevgi, yani ilahî sevgiye inkılap edip dönüşeceğini göstermektedir.  Yoksa Allah Teâlâ kestiğimiz veya keseceğimiz kurbanların kanından ve etinden müstağnidir. Bu kestiğimiz kurbanların, Allah Teâlâ'ya   karşı beslediğimiz sevgi ve muhabbetin artmasına hizmet etmekten başka hiç bir değeri yoktur.                   

Bunlara ilaveten koyun, hem bizzat kendi varlığıyla ve hem de alındığı karşılık itibariyle maddedir, maddeyi temsil etmektedir.                 

1- Onu almak için para kazanmak gayesiyle sarf ettiğimiz enerji-güç-kuvvet itibariyle maddedir.    

2- Enerji karşılığında kazandığımız ve alırken de vermek mecburiyetinde olduğumuz   "PARA" itibariyle maddedir.                      

3- Ve nihayet sırf kendi varlığı itibariyle maddedir. Hal  böyle olunca, Kurban Bayramının gelmesiyle, Allah  rızası için  kurban kesmemiz, maddeyi üç haliyle, enerji-para-varlık olarak  kendi nefsinde toplamış olan koyunu, yani maddeyi Allah rızasına, yani manaya tamamen feda etmemizden başka bir şey değildir.

Burada dikkat edilirse, potansiyel halindeki enerjiyi harekete geçirip ona istikamet veren, şekil veren Allah rızasıdır, Allah sevgisidir. Canı et isteyen bir kimsenin bir koyun alıp kesip yediğini düşünelim. Burada ilk hareket noktası, yani et ihtiyacı, fizyolojik (bedenle ilgili) bir ihtiyaçtır, yani maddî bir ihtiyaçtır. Bunu alıp kesip yemekle de, bu ihtiyaç giderilmiştir. Halbuki kurban vakıasında durum, hiç de böyle değildir. Başlayış ve bitiş madde değildir, bilakis madde üstüdür. Maddenin manaya feda edilişi, zannedildiğinden çok daha fazla değer taşımaktadır. Zira İslâm'dan önce müşrikler, putları uğruna yaptıkları kurbanları, putlarının dibinde keserlerdi. Böylece her ikisi de maddenin birer temsilcisi olarak bu insanların beş duygusuna hitap ederdi. Fakat bu insanlar, maddeyi kendi aralarında kademelere, sıralamalara ayırdıklarından, madde olan kurbanın yine madde olan puta kurban edilişinde hiçbir fevkaladelik görmezlerdi. İşte İslâm'ın gelmesiyle, bu maddeden kurtuluş bir anda gerçekleşmiş ve insanlar maddenin dar sınırını bir anda aşabilmişlerdir.

İslâm'dan çok önce, daha binlerce yıl önce, insanları maddenin dar sınırlarından ve belirli kalıplarından kurtarıp onları fikren ve ruhen yepyeni ufuklara yöneltmek için en büyük atılımı, insanı dehşete düşüren en büyük fedakârlığı, insanların bu hususa dikkatini çekmek için Hz. İbrahim (as) ve onun saygıdeğer oğlu Hz. İsmail (as) yapmıştır. Yapılan bu fedakârlık, insanları gözün dar zaviyesinden kurtarmış ve insanları daha büyük âlemler aramaya teşvik etmiştir. Bu da birçok yeni keşiflerin, yeni buluşların ve modern ilmin nüvesini teşkil etmiştir.

İlave edelim ki, mananın maddeye tercihi, namazda da mevcuttur. Maddeyi temsil eden başın en büyük mana olan Allah Teâlâ'nın karşısında eğilmesidir. İzah edilmediği takdirde, bir yabancının bu hali anlayamaması da bundandır. Çünkü secde eden bir insanın karşısında madde olarak hiçbir şey, ama hiçbir şey yoktur. Fakat namaz kılan bir Müslüman gözleriyle görmediği, inandığı bir tek varlık önünde rahat rahat eğilebilmekte ve secde edebilmektedir. Bunu da gayet tabiî, gayet normal görmekte ve hiçbir şekilde yadırgamamaktadır. Bu da aliminden cahiline kadar herkesin bu metafizik meseleleri ne kadar iyi kavradığını çok iyi bir şekilde dile getirmektedir.

Bunlardan başka yine bu kurban vakıasının cemiyet içerisinde pek çok tarafı vardır. Etinden ve yününden konu komşunun, fakir fukaranın istifade etmesi gibi. Göze ilk bakışta cüz'î gibi görünen bu kurban etinden fakir fukaranın istifade etmesi meselesi, ciddî olarak hesaplanırsa, hiç de küçümsenmeyecek neticelerin alınacağı muhakkaktır. İşte bu küçücük bir vakıa bile, ilahî sevginin her yerde herkese iyilikten başka hiçbir şey getirmeyeceğini gösterir. Nitekim canı et istediği için bir koyun alıp da kesen bir kimsenin bu koyunun etini kendi boğazından keserek fakir fukaraya dağıttığı pek görülmüş hadiselerden değildir. Bu kimsenin hareket noktası fizyolojik ihtiyaçtır. Halbuki kurban kesen bir kimsenin hareket noktası ise Allah sevgisidir.

Çalışıp didinip alnının teri ile ayda 1.800 Lira alan ve Kurban Bayramının gelmesi ile bu aldığı paranın yarısını teşkil eden 900 Lira karşılığında bir koyun alıp Allah rızası için kurban eden bir Müslüman düşünelim. Tabiîdir ki, böyle bir kimse bu koyunu kestikten sonra, bir kısmını çoluk çocuğuna, bir kısmını ise akraba ve taallukâtına ve diğer kısmını da fakir fukaraya vermek üzere üç kısma bölecektir. Koyunu 900 Lira'ya almış olduğuna göre, 300 Lira'sı eve çoluk çocuğuna, 300 Lira'sı akrabalarına, eşine dostuna, nihayet son 300 Lira'sı da fakir fukaraya gidecektir. Dikkat edilecek olursa, bu kimse, sırf akrabalarına hediye ettiği etin karşılığı olan 300 lira için tam beş gün sabahtan akşama kadar yaz kış, soğuk sıcak demeden çalışmış çabalamıştır ve bu parayı kazanmıştır. Sabahleyin evinden çıkıp işine giden ve işinde akşama kadar bıkmadan usanmadan çalışan ve bu emeği karşılığı aldığı para ile aldığı koyunun etini akrabalarına gönderen bu kimse, onları hatırlamış, onlara olan sevgi ve bağlılığını isbat etmiş ve nihayet onları ziyaret etmiş durumdadır.İslam'da sıla-i rahim, akrabaları ziyaret esası vardır. Çünkü akrabalarını ziyaret etmiş bir kimsenin akrabalarına kendi öz benliğinden verdiği şeyleri her halde:

Akrabaları  Ziyaret = Zaman  x  Enerji
                               (=  kuvvet  x  yol)

olarak formüle etmek mümkündür. Dolayısıyla kurban etini akrabalarına hediye eden kimse kendinden, kendi öz benliğinden onlara bir şeyler vermiş oluyor. Bunu da:

Kurban Kesme  = Zaman x Enerji
                         (= kuvvet x yol)

olarak formüle etmek mümkündür.

Burada dikkat edilecek olursa, gerek akrabalarını ziyaret eden kimse ve gerekse onlara kurban eti gönderen kimsenin tâbi oldukları formüller aynıdır. Yani, bu iki çeşit insan da akrabalarına aynı şeyleri vermişlerdir.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki; 900 Lira'ya bir koyun alarak bunun üçte birini akrabalarına hediye eden bir kimse ömründen tam beş gününü zaman ve enerji olarak onlara adamış,  onlara feda etmiş, dolayısıyla kendi varlığından onlara bir şeyler vermiş ve böylece hem onları hatırlamış hem onlara sevgi ve bağlılığını göstermiş ve hem de onları ziyaret etmiş, onları yoklamış ve bir sıkıntıya düşerlerse onlara elinden gelen yardımı yapacağını, her fedakarlığı göstereceğini ima yoluyla hissettirmiş durumundadır.

Fakir-fukaraya dağıtılan son üçte bire gelince: Böyle bir kimse, bu son üçte bir için de yine yukarda anlatıldığı gibi, bütünüyle ömrünün tam beş gününü bu fakir-fukaraya adamış, feda etmiş durumdadır. İnsanlar hizmet ettikleri varlıklara tepeden bakamazlar. Bunu isteseler de yapamazlar, daha doğrusu beceremezler. Zira hizmet sevgi getirir, yoksa boş bir gurur değil. Bunlardan başka, bu fakir-fukaraya dağıtılan bu etlerin onların gıdaları, beslenmeleri ve geçimleri üzerinde de fazlasıyla müsbet yönden tesirli olacağını ve birçok faydalar sağlayacağını belirtmek kurbanın diğer faydalarını görmek açısından herhalde kâfi gelecektir.

Yine bu kurbanın gelişigüzel olmayıp senenin muayyen günlerinde kesilmesi de, diğer ibadetlerde olduğu gibi, bu ibadette de Müslümanlar arası birlik ve beraberlik içinde olmanın lüzumunu göstermektedir.

İslâmiyet, bütün canlılara karşı bizlere daima şefkat ve merhamet emreder. Kurbana gelince, bizlerin şefkat ve merhamet üzerine dikkatimizi daha fazla çeker ve bu hususta bizlere daha fazla tavsiyelerde bulunur. Bu da bizlere açıkça göstermektedir ki, canlı varlıklar ve hatta cansız varlıklar gayeleri kadar değerlidirler. Nitekim gerek eti için ve gerekse kurban için olsun, her iki halde de koyun kesilmektedir. Yalnız bunları birbirinden ayıran ve birini diğerinden daha üstün kılan şey, kesilişlerindeki gayedir. Kaldı ki, bu gaye de koyunun bizatihi kendinden gelmemektedir. Bilakis insanların niyetleri bu kendi malları olan koyunlar üzerinde bu kadar farklılık doğurursa, bu niyetleri taşıyan insanların bizzat kendilerinde ne derece farklılık doğuracağını bu küçücük misalden hesap edip çıkarmak herhalde mümkündür ve yine de, bu misalden hareket ederek kendi niyetlerimiz üzerine eğilerek, onlara en mükemmel şeklini vermeye çalışmamız da her halde şarttır.

Prof. Dr. Ali Murat Daryal  - sonpeygamber.info

26 Eylül 2014 Cuma

Osmanlı Sarayından Bir Yemek; Ballı Mahmudiye




Ballı Mahmudiye

Osmanlı saray mutfağına ait bu yemek ilk defa 1539 yılında Edirne sarayında yapılmış. Padişah 2. Mahmut’un en sevdiği yemeklerden biriymiş Ballı Mahmudiye.


Malzemesi; 5 kişilik

1,5 kilogram köy Tavuğu

1 adet havuç, “soyulup dörde bölünmüş”

1 adet soğan “soyulup dörde bölünmüş”

1 ad defne yaprağı

1 adet küçük çubuk tarçın

5–6 dal maydanoz yaprağı

Dörtte bir limon dilimi



5 adet iri kuru kayısı

15 adet kuru rezaki üzümü

20 adet kabuğu soyulup acık Pembe kavrulmuş badem

2 kaşık çiçek balı

½ adet limonun suyu

1 yk Buğday nişastası

1 yk Tereyağı



Yapılışı:

İlk sıradaki malzemeleri bir tencereye koyup tavuğu haşlayınız ve köpüğünü çıktıkça kevgirle üzerinden alınız. Tavuk haşlanınca tavuğu haşlama suyundan çıkartıp soğutun ve kemiksiz olarak iri parçalar halinde ayıklayınız.

Tavuğun suyunu atmayınız ve suyun yarısıyla bol arpa şehriyeli pilav yapınız.

Tavuğun kalan suyunu süzdürerek başka bir tencerede ocağa koyunuz, içerisine kayısı, üzüm ve bademleri ekleyip kısık ateşte kayısılar yumuşayıncaya kadar kaynatın.


Bal, limon suyu ve nişastayı çok az suda ezip karıştırın ve kaynayan tavuk suyuna ekleyip bağlayın ve tadını tuzunu ayarlayın. Bu terbiyeli ve kayısılı tavuk suyu 2 bardağı geçmemeli, parça tavukları bu suya ekleyin ve kısık ateşte bir tasım kaynatıp ocağın altını kapatın ve 20 dakika demlendirin yemeği, servis etmeden önce irice kıyılmış maydanoz yaprağını ve 1 kaşık tereyağını ekleyin ve yanında arpa şehriyeli pilavla servis ediniz.

Afiyet olsun :)


Tarif; Aydın Demir