19 Ekim 2014 Pazar

KANSERİ YENİN!



KANSERİ YENİN!

Prof. Mikhail  Tombak  "İyileşmeyecek Hastalık Yoktur"  kitabında kanseri anlatıyor

Moralî en güçlü insanlarin bile o berbat teşhisi, yani kanser olduklarını duyduklarında nasıl bir anda benizlerinin attığına sıkça tanık oldum. Bu haberi alan herkes, sanki temyiz şansı olmaksızın ölüm cezasına çarptırılmış gibi bir duyguya kapılıyordu. Görünüşte durumları umutsuz olmasına rağmen, tedavisi imkânsız en ciddi hastalıklardan mustarip insanlar bile son ana kadar hayata tutunmaya çalışıyordu. Maalesef insan doğası böyledir. Sağlığımızın kıymetini ancak onu kaybettikten sonra anlarız. Günümüz tıbbı kansere nelerin neden olduğunu tam olarak açıklayamıyor. Genleri mutasyona uğrayıp hızla üremeye hangi güçler zorluyor? Sağlıklı dokuda onca acı çektirerek büyümelerine hangi güçler neden oluyor? Doktorlar ve araştırmacılar tümör oluşumunun mekanizmasını açıklayan, kanserli hücreleri tetikleyen pek çok kuram öne sürdü. Ancak, asıl nedeni bulamadılar. Araştırmaların aşağıdaki gerekçeler nedeniyle başarısızlığa uğradığı kanısındayım:

Birincisi, kanser araştırmaları insan vücuduna biyolojik bir sistem olarak değil de bir dizi organ olarak bakıyor. Bütün ilgi, tümörün tespit edildiği organa yöneltiliyor. Radyasyon ve kemoterapi gibi alışılmış tedavi yöntemlerinin kuramsal olarak vücudun savunma mekanizmalarını harekete geçirmesi amaçlanır. Maalesef vücut hastalık tarafından zayıf düşürülmüştür ve içeriden zehirlenmektedir. Etkili bir savunma yapmak için gereken kaynaklara sahip değildir. Tedavinin kendisi vücut sıvılarını daha da alkalin hale getirerek başka bir olumsuzluk yaratmaktadır. Çünkü alkalin vücut sıvıları, zararlı bakterilerin büyümesine ortam hazırlayarak bağışıklık sistemimizi daha da zora sokar.

İkincisi, kanser beyinden kaim bağırsağa kadar bütün vücudu kapsayan bir hastalık olmasına karşın, sebep yerine belirtilerle savaşan tıp, tümörlerin büyümesini tersine çevirecek ilaçlar bulma arayışında.

Kanser “tohum”ları çocukluğumuzdan itibaren içimizdedir. Bu hücreler, altta yatan hastalığın geçiş sürecinde “filizlenirler.” Nezle, soğuk algınlığı, romatizma, eklem iltihabı ya da gözlerimizi, kulaklarımızı, boğazımızı, böbreklerimizi, kalbimizi, kemiklerimizi, sinir sistemimizi etkileyen rahatsızlıkların tümü kanserli bir zincirin halkalarıdır. Vücudun, bağışıklık sistemini ve kendi kendini düzenleyip yenileyen doğal savunma mekanizmalarını kullanmasına izin verecek koşulları yaratmadığımız sürece, binlerce araştırma merkezi ve milyonlarca doktor bütün o ilaçlara ve yöntemlere rağmen kanser karşısında başarısızlığa uğrayacaklar.

Uzun yıllardır çok sayıda kanser hastasıyla temasım oldu. Hastanelerde yatan binlerce kanser hastası var dünyada. Kimileri, olumsuz öngörülere rağmen hâlâ hayatta. Bunlardan biri, Moskova’daki Sağlık Merkezi’nde beni görmeye gelen otuz dokuz yaşında bir kadındı. Kendisine pankreas kanseri teşhisi konulmuştu. Altı ay içinde yapılan iki ameliyat yüzünden çok zayıf düşmüştü. Kendisine iki-üç ay ömrünün kaldığı söylenmişti. Ateşi sürekli olarak otuz sekiz-otuz dokuz dereceydi. Yaşama gücü giderek azalıyordu. Ona dedim ki: “Burada üçümüz varız; sen, ben ve hastalığın. Kiminle müttefik olmak istiyorsun? İki, her zaman bir’i yenebilir.” Bir şey demedi ama bakışlarındaki ifade sonuna kadar savaşmaya hazır olduğunu gösteriyordu.

Tedavinin ilk aşaması, lavman yöntemiyle kalın bağırsağın temizlenmesiydi. Bu yöntem ilk olarak 1946’da Amerikalı doktor Max Gerson tarafından kullanılmaya başlanmıştı. Dr. Gerson’un kızı tarafından işletilen kanser kliniğinde bu yöntemle uzun yıllar gayet iyi sonuçlar alınmıştı. Günümüz doktorlarının çoğu lavmana modası geçmiş bir yöntem olarak baktığından, kanser tedavisinde kullanımı nihayet unutulup bırakıldı.

Bu yöntemin esası, günde altı-sekiz kez lavman yapmaktır. Bunun için bir buçuk litre kaynatılmış su otuz sekiz derece civarında soğutulur. Üç-dört yemek kaşığı limon suyu ve bir bardak pancar suyu eklenir. İlk aşamadaki lavmanların sayısı hastanın durumuna bağlıdır. Durumu ne kadar ciddiyse, lavmanların sayısı o ölçüde artırılır. Bir sonraki aşamada, hasta kendiliğinden dış-kılamaya başlayıncaya kadar, her gün ya da günaşırı bir kere lavman yapılır.

Bu işlemin tedavi edici etkisi şöyle açıklanır: Bağırsakların temizlenmesi, kanser hücrelerinin yaşam süreçleri boyunca ürettikleri toksinlerin vücuttan atılmasına yardımcı olur. Eğer bu toksinler vücuttan atılmazsa, kana karışarak bütün vücuda yayılır. Vücudun kendi kendini düzenleyen mekanizmalarını devre dışı bırakıp ölüme yol açarlar.

1950’li yıllarda Dr. Gerson öğrencilerine kalın bağırsağın işleyişinin, beynimizin ve merkezi sinir sistemimizin işleyişiyle yakın ilişkisi olduğunu anlatmıştı. Ona göre kanser, yediğimiz uygunsuz yiyeceklerden ötürü vücudumuzun aldığı bir intikamdır. Kanser hastalıklarının yüzde doksan dokuzunda vücudumuzu zehirlemek suretiyle kansere kendimiz davetiye çıkarırız. Kanserlerin yalnızca yüzde bir kadarı vücutta kendiliğinden gerçekleşen değişimler yüzünden oluşur. Bu, kansere yakalanan her yüz kişiden birinin kurban, geri kalan doksan dokuzununsa hastalığın bizzat yaratıcısı olduğu anlamına gelir.

Kanserli tümörün sindirim sisteminde olması halinde, hangi besinlerin yeneceği büyük önem taşır. Et, balık, süt ve süt ürünleri, et suyu ve çorbalar tavsiye edilmez. Geriye tahıllar, meyveler ve sebzeler kalır. Meyve ve sebzeler, ister çiğ ister pişmiş olsunlar, birlikte tüketilmemelidir. Çünkü sindirilme süreleri farklıdır. Meyveler iki, sebzeler ise dört saatte sindirilir. Fakat aşağı yukarı aynı sürede özümsendiklerinden taze sıkılmış sebze-meyve sularını bir arada tüketebiliriz. Sebze-meyve suları, vücudumuzun sindirim için ayrıca enerji harcamasına gerek bırakmaksızın, bol miktarda vitamin, mineral ve hormon almamızı sağlarlar. Pankreas kanseri teşhisi konan hastam bir yandan lavmanlar yapılırken, buyandan da sadece pirinç, karabuğday ve fırınlanmış patates yiyebiliyordu. Ayrıca günde iki litre kadar sebze-meyve suyu içiyordu.

Havuç ve pancar suları kanser tedavisinde özel bir yere sahiptir. (Bu konu için 150 Yıl Yaşayabiliriz adlı kitabıma bakabilirsiniz.) Yıllar süren bilimsel araştırmalar havuç ve pancar suyunun tümörlerin büyümesini yavaşlattığını göstermiştir. Yaşlı kanser hücrelerinin vücuttan atılmasını ve solunumla ilgili enzimlerin daha çok çalışmasını sağlarlar. (Pancar suyu, enzimlerin çalışmasını yüzde dört yüz ila bin oranında artırmaktadır.) Pancar ve havuçta bulunan pigmentlerin bu işlemdeki rolü tam olarak bilinmemektedir. Fakat kanser hücrelerinin gelişimini yavaşlattıkları araştırmalarla kanıtlanmıştır.

Kanser hastalarının içmesi için hazırlanacak havuç-pancar suyu karışımının oranları, dört ölçü havuca bir ölçü pancar suyu şeklinde olmalı. Her gün bir-iki litre kadar, eşit miktarlar halinde dört saate bir içilmeli. Gece saat birde bir porsiyon daha içilmeli. Kimileri pancar suyunu içemez. Çünkü bulantıya, halsizliğe, kalp atışlarında yavaşlamaya ve tansiyonun düşmesine neden olabilir. Bu gibi durumlarda pancar suyu miktarını başlangıçta günde iki yemek kaşığı ile sınırlayıp günbegün yavaş yavaş artırmak gerekir. Ayrıca, pancar suyu yerine, litre başına bir yemek kaşığı kırmızı şarap ekleyerek elma suyu da kullanabiliriz.

Uzmanlar, pancar suyunun taze taze mi, yoksa bir-bir buçuk saat bekledikten sonra mı tüketilmesi gerektiği konusunda farklı görüşlere sahipler. Taze sıkılmış pancar suyu iki buçuk kat daha fazla aktif oksijen ve aktif demir içerir. Bunlar hemoglobin için vazgeçilmezdir. Bu nedenle, kanser hastalarının taze sıkılmış pancar suyu içmeleri daha yararlıdır. Aynı şeyin hücresel solumaları hasar görmüş yaşlı insanlar için de gerekli olduğunu düşünüyorum. Pancar suyunun düzenli olarak kullanılması vücudun gençleşmesini sağlar. Dişleri sağlıklı ve bembeyaz yapar. Kansere karşı yüzde seksen oranında korunmayı garanti eder.

Kanser yalnızca bedenimize değil, zihnimize de saldırır. Bu nedenle, hastamdan psikolojik durumunu iyileştirecek egzersizler için hayli zaman harcamasını istedim. Çünkü bir türlü rahatlayamıyor, yaşadığı büyük sinirsel gerilimden kurtulamıyordu. Ona kendi kendisini nasıl hipnotize edeceğini öğretmem gerekti. Ayrıca, birlikte gerçekleştirdiğimiz hipnozlarla on kez geçmişine gittik ve çocukluk deneyimlerini yeniden yaşamasını sağladık. Çünkü çoğu insanın kanser olmasının nedeni ilk çocukluk döneminde yaşadığı travmalardır. Hastalığını devam ettiren psikolojik “kökenleri” adım adım hallettik. Pek mutlu bir çocukluk geçir-memişti. Babası aşırı alkol alıyor, annesiyle ikisini dövüyormuş. Hiç oyuncağı olmamış. Arkadaşlarını eve davet etmesi yasakmış. Bütününe bakıldığında, pek mutlu bir resim değildi. Erişkin olduktan sonra da yaşamı pek kolay geçmemişti. Anlaşıldığına göre, her şeyi büyük zorluklar çekerek elde etmişti. Bütün bunlar için anne babasını, özellikle de çocukluğunda kendisine büyük haksızlıklar yapan babasını suçluyordu.

Bu hipnotik seanslarda onu kin gütmenin vücudumuzu “yiyip bitirdiğine” ve en sonunda kansere neden olduğuna ikna etmeye çalıştım. Eğer duygularımıza öfke ve nefret hükmederse, içten içe mahvoluruz. Böyle duygular taşıyan insanların sağlık durumu genellikle iyi değildir.


Hastamın tedavisindeki bir sonraki adım, vücudunda var olan ve çoğu insanda hayat boyu pasif kalan potansiyel savunma mekanizmalarını tam olarak serbest bırakması için ona kendi kendini iyileştirme yöntemlerini öğretmekti.


www.purneva.com

Hiç yorum yok :