KANSERİ YENİN!
Prof. Mikhail
Tombak "İyileşmeyecek Hastalık Yoktur" kitabında kanseri anlatıyor
Moralî en güçlü insanlarin bile o berbat teşhisi, yani kanser
olduklarını duyduklarında nasıl bir anda benizlerinin attığına sıkça tanık
oldum. Bu haberi alan herkes, sanki temyiz şansı olmaksızın ölüm cezasına
çarptırılmış gibi bir duyguya kapılıyordu. Görünüşte durumları umutsuz olmasına
rağmen, tedavisi imkânsız en ciddi hastalıklardan mustarip insanlar bile son
ana kadar hayata tutunmaya çalışıyordu. Maalesef insan doğası böyledir.
Sağlığımızın kıymetini ancak onu kaybettikten sonra anlarız. Günümüz tıbbı
kansere nelerin neden olduğunu tam olarak açıklayamıyor. Genleri mutasyona
uğrayıp hızla üremeye hangi güçler zorluyor? Sağlıklı dokuda onca acı
çektirerek büyümelerine hangi güçler neden oluyor? Doktorlar ve araştırmacılar
tümör oluşumunun mekanizmasını açıklayan, kanserli hücreleri tetikleyen pek çok
kuram öne sürdü. Ancak, asıl nedeni bulamadılar. Araştırmaların aşağıdaki
gerekçeler nedeniyle başarısızlığa uğradığı kanısındayım:
Birincisi, kanser araştırmaları insan vücuduna biyolojik bir
sistem olarak değil de bir dizi organ olarak bakıyor. Bütün ilgi, tümörün
tespit edildiği organa yöneltiliyor. Radyasyon ve kemoterapi gibi alışılmış
tedavi yöntemlerinin kuramsal olarak vücudun savunma mekanizmalarını harekete
geçirmesi amaçlanır. Maalesef vücut hastalık tarafından zayıf düşürülmüştür ve
içeriden zehirlenmektedir. Etkili bir savunma yapmak için gereken kaynaklara
sahip değildir. Tedavinin kendisi vücut sıvılarını daha da alkalin hale
getirerek başka bir olumsuzluk yaratmaktadır. Çünkü alkalin vücut sıvıları,
zararlı bakterilerin büyümesine ortam hazırlayarak bağışıklık sistemimizi daha
da zora sokar.
İkincisi, kanser beyinden kaim bağırsağa kadar bütün vücudu
kapsayan bir hastalık olmasına karşın, sebep yerine belirtilerle savaşan tıp,
tümörlerin büyümesini tersine çevirecek ilaçlar bulma arayışında.
Kanser “tohum”ları çocukluğumuzdan itibaren içimizdedir. Bu
hücreler, altta yatan hastalığın geçiş sürecinde “filizlenirler.” Nezle, soğuk
algınlığı, romatizma, eklem iltihabı ya da gözlerimizi, kulaklarımızı,
boğazımızı, böbreklerimizi, kalbimizi, kemiklerimizi, sinir sistemimizi
etkileyen rahatsızlıkların tümü kanserli bir zincirin halkalarıdır. Vücudun,
bağışıklık sistemini ve kendi kendini düzenleyip yenileyen doğal savunma
mekanizmalarını kullanmasına izin verecek koşulları yaratmadığımız sürece,
binlerce araştırma merkezi ve milyonlarca doktor bütün o ilaçlara ve yöntemlere
rağmen kanser karşısında başarısızlığa uğrayacaklar.
Uzun yıllardır çok sayıda kanser hastasıyla temasım oldu.
Hastanelerde yatan binlerce kanser hastası var dünyada. Kimileri, olumsuz
öngörülere rağmen hâlâ hayatta. Bunlardan biri, Moskova’daki Sağlık Merkezi’nde
beni görmeye gelen otuz dokuz yaşında bir kadındı. Kendisine pankreas kanseri
teşhisi konulmuştu. Altı ay içinde yapılan iki ameliyat yüzünden çok zayıf
düşmüştü. Kendisine iki-üç ay ömrünün kaldığı söylenmişti. Ateşi sürekli olarak
otuz sekiz-otuz dokuz dereceydi. Yaşama gücü giderek azalıyordu. Ona dedim ki:
“Burada üçümüz varız; sen, ben ve hastalığın. Kiminle müttefik olmak
istiyorsun? İki, her zaman bir’i yenebilir.” Bir şey demedi ama bakışlarındaki
ifade sonuna kadar savaşmaya hazır olduğunu gösteriyordu.
Tedavinin ilk aşaması, lavman yöntemiyle kalın bağırsağın
temizlenmesiydi. Bu yöntem ilk olarak 1946’da Amerikalı doktor Max Gerson
tarafından kullanılmaya başlanmıştı. Dr. Gerson’un kızı tarafından işletilen
kanser kliniğinde bu yöntemle uzun yıllar gayet iyi sonuçlar alınmıştı. Günümüz
doktorlarının çoğu lavmana modası geçmiş bir yöntem olarak baktığından, kanser
tedavisinde kullanımı nihayet unutulup bırakıldı.
Bu yöntemin esası, günde altı-sekiz kez lavman yapmaktır.
Bunun için bir buçuk litre kaynatılmış su otuz sekiz derece civarında
soğutulur. Üç-dört yemek kaşığı limon suyu ve bir bardak pancar suyu eklenir.
İlk aşamadaki lavmanların sayısı hastanın durumuna bağlıdır. Durumu ne kadar
ciddiyse, lavmanların sayısı o ölçüde artırılır. Bir sonraki aşamada, hasta
kendiliğinden dış-kılamaya başlayıncaya kadar, her gün ya da günaşırı bir kere
lavman yapılır.
Bu işlemin tedavi edici etkisi şöyle açıklanır: Bağırsakların
temizlenmesi, kanser hücrelerinin yaşam süreçleri boyunca ürettikleri
toksinlerin vücuttan atılmasına yardımcı olur. Eğer bu toksinler vücuttan
atılmazsa, kana karışarak bütün vücuda yayılır. Vücudun kendi kendini
düzenleyen mekanizmalarını devre dışı bırakıp ölüme yol açarlar.
1950’li yıllarda Dr. Gerson öğrencilerine kalın bağırsağın
işleyişinin, beynimizin ve merkezi sinir sistemimizin işleyişiyle yakın
ilişkisi olduğunu anlatmıştı. Ona göre kanser, yediğimiz uygunsuz yiyeceklerden
ötürü vücudumuzun aldığı bir intikamdır. Kanser hastalıklarının yüzde doksan
dokuzunda vücudumuzu zehirlemek suretiyle kansere kendimiz davetiye çıkarırız.
Kanserlerin yalnızca yüzde bir kadarı vücutta kendiliğinden gerçekleşen
değişimler yüzünden oluşur. Bu, kansere yakalanan her yüz kişiden birinin
kurban, geri kalan doksan dokuzununsa hastalığın bizzat yaratıcısı olduğu
anlamına gelir.
Kanserli tümörün sindirim sisteminde olması halinde, hangi
besinlerin yeneceği büyük önem taşır. Et, balık, süt ve süt ürünleri, et suyu
ve çorbalar tavsiye edilmez. Geriye tahıllar, meyveler ve sebzeler kalır. Meyve
ve sebzeler, ister çiğ ister pişmiş olsunlar, birlikte tüketilmemelidir. Çünkü
sindirilme süreleri farklıdır. Meyveler iki, sebzeler ise dört saatte
sindirilir. Fakat aşağı yukarı aynı sürede özümsendiklerinden taze sıkılmış
sebze-meyve sularını bir arada tüketebiliriz. Sebze-meyve suları, vücudumuzun
sindirim için ayrıca enerji harcamasına gerek bırakmaksızın, bol miktarda
vitamin, mineral ve hormon almamızı sağlarlar. Pankreas kanseri teşhisi konan
hastam bir yandan lavmanlar yapılırken, buyandan da sadece pirinç, karabuğday
ve fırınlanmış patates yiyebiliyordu. Ayrıca günde iki litre kadar sebze-meyve
suyu içiyordu.
Havuç ve pancar suları kanser tedavisinde özel bir yere
sahiptir. (Bu konu için 150 Yıl Yaşayabiliriz adlı kitabıma bakabilirsiniz.)
Yıllar süren bilimsel araştırmalar havuç ve pancar suyunun tümörlerin
büyümesini yavaşlattığını göstermiştir. Yaşlı kanser hücrelerinin vücuttan
atılmasını ve solunumla ilgili enzimlerin daha çok çalışmasını sağlarlar.
(Pancar suyu, enzimlerin çalışmasını yüzde dört yüz ila bin oranında
artırmaktadır.) Pancar ve havuçta bulunan pigmentlerin bu işlemdeki rolü tam
olarak bilinmemektedir. Fakat kanser hücrelerinin gelişimini yavaşlattıkları
araştırmalarla kanıtlanmıştır.
Kanser hastalarının içmesi için hazırlanacak havuç-pancar
suyu karışımının oranları, dört ölçü havuca bir ölçü pancar suyu şeklinde
olmalı. Her gün bir-iki litre kadar, eşit miktarlar halinde dört saate bir
içilmeli. Gece saat birde bir porsiyon daha içilmeli. Kimileri pancar suyunu
içemez. Çünkü bulantıya, halsizliğe, kalp atışlarında yavaşlamaya ve tansiyonun
düşmesine neden olabilir. Bu gibi durumlarda pancar suyu miktarını başlangıçta
günde iki yemek kaşığı ile sınırlayıp günbegün yavaş yavaş artırmak gerekir.
Ayrıca, pancar suyu yerine, litre başına bir yemek kaşığı kırmızı şarap
ekleyerek elma suyu da kullanabiliriz.
Uzmanlar, pancar suyunun taze taze mi, yoksa bir-bir buçuk
saat bekledikten sonra mı tüketilmesi gerektiği konusunda farklı görüşlere
sahipler. Taze sıkılmış pancar suyu iki buçuk kat daha fazla aktif oksijen ve
aktif demir içerir. Bunlar hemoglobin için vazgeçilmezdir. Bu nedenle, kanser
hastalarının taze sıkılmış pancar suyu içmeleri daha yararlıdır. Aynı şeyin
hücresel solumaları hasar görmüş yaşlı insanlar için de gerekli olduğunu
düşünüyorum. Pancar suyunun düzenli olarak kullanılması vücudun gençleşmesini
sağlar. Dişleri sağlıklı ve bembeyaz yapar. Kansere karşı yüzde seksen oranında
korunmayı garanti eder.
Kanser yalnızca bedenimize değil, zihnimize de saldırır. Bu
nedenle, hastamdan psikolojik durumunu iyileştirecek egzersizler için hayli
zaman harcamasını istedim. Çünkü bir türlü rahatlayamıyor, yaşadığı büyük
sinirsel gerilimden kurtulamıyordu. Ona kendi kendisini nasıl hipnotize
edeceğini öğretmem gerekti. Ayrıca, birlikte gerçekleştirdiğimiz hipnozlarla on
kez geçmişine gittik ve çocukluk deneyimlerini yeniden yaşamasını sağladık.
Çünkü çoğu insanın kanser olmasının nedeni ilk çocukluk döneminde yaşadığı travmalardır.
Hastalığını devam ettiren psikolojik “kökenleri” adım adım hallettik. Pek mutlu
bir çocukluk geçir-memişti. Babası aşırı alkol alıyor, annesiyle ikisini
dövüyormuş. Hiç oyuncağı olmamış. Arkadaşlarını eve davet etmesi yasakmış.
Bütününe bakıldığında, pek mutlu bir resim değildi. Erişkin olduktan sonra da
yaşamı pek kolay geçmemişti. Anlaşıldığına göre, her şeyi büyük zorluklar
çekerek elde etmişti. Bütün bunlar için anne babasını, özellikle de
çocukluğunda kendisine büyük haksızlıklar yapan babasını suçluyordu.
Bu hipnotik seanslarda onu kin gütmenin vücudumuzu “yiyip
bitirdiğine” ve en sonunda kansere neden olduğuna ikna etmeye çalıştım. Eğer
duygularımıza öfke ve nefret hükmederse, içten içe mahvoluruz. Böyle duygular
taşıyan insanların sağlık durumu genellikle iyi değildir.
Hastamın tedavisindeki bir sonraki adım, vücudunda var olan
ve çoğu insanda hayat boyu pasif kalan potansiyel savunma mekanizmalarını tam
olarak serbest bırakması için ona kendi kendini iyileştirme yöntemlerini
öğretmekti.
www.purneva.com